YELKENLİ SEYİR GÜNLÜKLER – KISIM 3

5

Meksika‘dan Panama’ya kadar gerçekleştirdiğim yelkenli seyir boyunca tuttuğum günlüklerin ikinci bölümü…

Seyir 8. Gün

Havaların güzelleşmesi ile birlikte canlanan ekipte tatil havası oluşmaya başladı. Artık enerjimizi dalgalarla boğuşmak yerine acaba bugün hangi yemeği yapsak, çayı kaçta içsek gibi büyük dertler edindik. Dört erkekle beraber aynı tuvaleti kullanmak sıkıntı olduğu için elimi ilk attığım iş tuvalet temizliği oldu. Su kalmadığı için elimizi anti-bakteriyel jelle yıkadığımızdan nedense bir türlü tam temiz hissedemiyorum. İdrar yolları enfeksiyonu gibi bir rahatsızlık özellikle teknede beni çok korkutuyor. Denizden çektiğim su ve klorak ile temizlediğim tuvalet sanırım on yıllardır bu kadar temiz olmamıştı.

Simon’da ekibi boş tutmamak adına hem denizcilik dersleri vermeye hem de keyifli ufak işler yaptırmaya devam ediyor. Bugünkü konumuz kasa dikişi oldu. Atılan herhangi bir bağdan daha fazla yük kaldırdığı için bazı özel noktalarda bu dikiş tercih ediliyor. Piyan dikişi kadar keyifli olmasa da bilgi bilgidir. Sanırım alabileceğim en iyi yelken kursunu, Simon’dan ücretsiz olarak alıyorum. Ne demişler alanda ustadan öğrenmek gibisi yok.

Günün ortasında hava kapan motor epey uğraştırdı. Beni değil tabii. Ben ise ortalarda ayak altında dolaşmamak adına gölge bir yer bulup kitap okumayı tercih ettim. Biraz nispet yapar gibi oldu ama napalım. Uzunca bir süre uğraştıktan sonra anlaşıldı ki günlük depoda dizel ve benzin karışmış, ortaya çıkan şeyde motoru durdurmuş. Sorun çözüldü. Arıza esnasında rüzgarda olmadığından dümdüz okyanusun ortasında sürüklendik bir süre. Hava o kadar sıcak ve durgundu ki, ana yelkenden gelen gıcırtı sesleri sanki Teksas’ta çölün ortasında hiç esmeyen bir kasabada sandalyesinde sallanıp umutsuzca bir şeyler olmasını bekleyen bir yaşlı gibiydi bizim huysuz Anne Marie.

Orion’ın kuşağındaki yıldızlardan birisini sadece gözleri çok iyi olanlar görürmüş. Öyle ki, o yıldızı çıplak gözle görebileni okçu yaparlarmış Antik Roma’da. Merakla bekledim geceyi ve gördü elf gözlerim kayıp yıldızı. Roma’da okçu değil ama belki bir amazon savaşçısıyımdır geçmiş hayatımda kim bilir.

Gece en ufak bir esintinin yaratacağı heyecan için ölüyoruz, Oz’la. Öyle monotonlaştı ki dümen tutmak ve gözcülük yapmak, kim dümen tutacak diye atışıyoruz. Canı sıkıldığında beni dümenden kaldırıp yerime geçti ve beni teknenin ardından akıp giden büyülü bir nehir gibi gözüken yakamoz nehrini izlemem için kıç tarafa gönderdi.

 

Yelkenli Seyir 9. Gün

Gün doğumu ile birlikte gelen yunusları görünce bayram sabahı baş ucunda kırmızı rugan pabuç bulan 5 yaşındaki bir kız çocuğu kadar mutlu oldum. Meksika’nın bıdık yunusları her gün bizimle oynamaya gelir oldular. İnsanoğlunun ırklarına yaptığı işkenceleri hatırladıkça hala nasıl oluyor da, kendilerini insana göstermektençekinmiyorlar hayret ediyorum. Bilmiyorlar mı?! Bence kesinlikle her şeyin farkındalar.

İlk günlerdeki çekingenlik kırıldığından olsa gerek, kendimi ve isteklerimi daha net ifade etmeye başlayınca Oz bana evil queen lakabını taktı. Halbuki tek istediğim yediği elmanın yarısıydı. Aile büyükleri meyve yerken soyup dilimleyip vermez mi diğerlerine? Yiyince elmanın yarısı, kölelerinin yiyeceklerine de göz dikiyorsun diyerek dalga geçti benimle yaşlı adam. Marinada olduğumuz her gün bisikletiyle taze kek almaya giden bu adam, tavada yaptığım keki yedikten sonra Panama’da ayrılmamam Antigua’ya kadar devam etmem konusunda ısrarlara başladı. Antigua kulağa hoş gelse de, uçak biletinin maliyetini düşününce net bir hayır çıkıyor insanın ağzından.

Havaların güzelleşmesiyle herkes daha güzel yemekler yapmaya başladı. Ne de olsa tekne yalpa yapmıyor eskisi kadar. Simon yapılan güzel yemekleri ufak bir yarışmaya dönüştürmeye niyetli. Kekin üstüne Oz’un yaptığı muhteşem humus ile sanırım hedefine ulaştı.

Gece 10 gibi kavança atmak için önce balonu indirdik, ardından sereni söktük yerinden, engel olmasın yelkene diye. Bu süreçte yanlış bir şey yapmış gibi hissettim, bir şey demese de Simon gergindi. Uykusu bölündüğü için belki de.

Yıkanacak bulaşıkların olduğu kovanın içine yıllardır kullandığım çakımı koydum yıkansın diye. Rupert dikkat etmemiş, düşürmüş suya. Çok üzüldü. Defalarca özür diledi. Kendi çakısını vermek istedi. Giden gitti artık. Ne ağlarım arkasından, ne de üzerim başkasını bir çakı için. Hatıra olsun benden Pasifik’e.

Elf gözlerim gece hemen en ufak ışığı bile görüyor, seyir fenerlerini açabilmek için. Motorla gittiğimiz şu son gecelerde kapalı olmasının bir anlamı yok ama Oz göremiyorum diyip kapatıyor etrafta gemi olmadıkça. Çıkarmıyorum sesimi yaşlı adama yorulmasın gözleri diye ama tarıyorum usulca tüm okyanusu ve üzerindeki ışıkları.

 

Seyir 10.Gün  (01.03.2017)

Yakıt hesaplarındaki hata anlaşılınca, Panama’ya kadar yakıt yetmeyeceği için Acapulco’ya yöneldik. Aslında buradan Kosta Rika’ya iki günlük bir yelken seyiri bile yapsak yetecek tüm yakıt ama rüzgar çıkmazda dımdızlak kalırsak okyanusun ortasında diye korkuyor Simon. Yetişmesi gereken çocukları, bir regata ve işi var. Hedefimiz hemen yakıt alıp çıkmak limanda kalmadan ama evrak işi çıkarsa eğer uzar kalışımız. İşte o zaman bir pizza, bir kadeh şarap ve sıcak bir duş… Heveslenme o kadar deseler de, biliyorum şanslıyım.

Saat 16.30 gibi vardık Acopulco’ya. Yanaştık hemen Pemex’e. Dedim ya hemen alıp çıkıcaz, vakit kaybetmemek lazım. Kapalı istasyon dedi güvenlik görevlisi. Meğer saat 18.30 imiş. Ensenada ile 2 saat fark var Acapulco arasında. Bizim saatler Ensenada’ya göre ayarlı. Hiç düşünmedik saatin geç olabileceğini. Yarın sabah 8 dedi görevli. Biz Ensenada’dan çıkarken pasaportlara Meksika’dan çıkış damgası vurdurduk. Kalırsak bir gece daha tekrar giriş yapmamız kişi başı 25$ vize ücreti vermemiz gerekecek. Konuştu Simon liman müdürü ile, gece burada kalıyoruz sabah istasyon açılır açılmaz yakıt alıp ayrılıyoruz. Marina oldukça lüks bir yere benziyor. Yüzme havuzu ve restaurantından belli oluyor. Önce rom içip kutluyoruz varışımızı. Sonra kendimi duşa atıyorum. Kalıyorum dakikalarca altında sıcak suyun. Üstüme cicilerimi giyip hazırlanıyorum dışarı çıkmaya. Bu gece o pizza yenecek.

Rupert ve Emre ile atıyoruz kendimizi pizzacıya. Önce bir sersemlik ve sersemliğin getirdiği sessizlik. Ardından içilen şarap ile dökülüyor kelimeler ağızlardan. Bizim yaşlı Oz korkutmuş Rupert’ı yolculuğun tehlikeleri hakkında ve bu seyirde hayatta kalma şansımız %50 demiş. Fifti fifti yani. Hazır ol demiş ölme ihtimaline.

Teknenin kondisyonundan ötürü risk var ama o kadar kötü değil durum tabii ki. Ayrıca can kurtarma botu, gps ve bir sürü alet edevat var. Alem adam bu Oz. Rupert’tan hoşlanmadığının farkındayım ama sebebini anlayamadım. Simon’ın dünkü kızgınlığı da Rupert’a imiş aslında. Halinden tavırlarından anlaşılıyor. Ama bir yandan ikisi de profesyonel olarak devam ediyor işe.

Meğer bizim Oz, tarihin en önemli base jumperlarından birisiymiş. Mark Scott diye aratınca vikipedia’da sayfa çıkıyor adına. (not şuan sayfayı bulamadım, muhtemelen sildirmiştir.) 20-25 sene önce yapmış en önemli atlayışını. Rupert sorduğunda yanıt vermemiş. Kapatmış konuyu. Kesin uyuzluğuna yapmıştır. Böyle enteresan bir yer tekne, kimin ne olduğunu ne yaptığını neden kaçtığını asla bilemezsin.

Tehlikeleriyle meşhur Acapulco sokakları normal bir yere benziyor, hiç turistin olmadığı, polis arabalarının sokaklarda normalden fazla cirit attığı. Uyuşturucu kartellerinin benimle işi olmaz ama hissediliyor gerginliği sokaklarda, marinanın 30cm kalınlığındaki çelik kapısından, evleri çevreleyen çelik telli yüksek duvarlardan.

Seyir 11. Gün

Dün manevra sırasında arıza yapan motor yüzünden su aldı tekne. Egzoz kutusu iyi kaynak yapılmadığı için su almış içeri. Ya çıkartılacak ve bundan sonra motor durdurulmadan önce kuru çalıştırılıp öyle kapatılacak ya da kaynakçı bulunacak. Kutunun çıkartılmasına karar veriliyor ve tekne saati ile 04.30 Acopulco saati ile 06.30’da yattığım yatağın dibinde başlıyor metal kesme sesleri. Uyuyorum inatla, derin derin. Uyumalıyım ki vardiya esnasında dinç olayım. Yorgunluktan dolayı gece dışarı çıkamayan Simon ve Oz’a jest olsun diye elmalı kek yapıyorum.

Acopulco’nun suyu oldukça temiz olsa gerek. Marina’da yakıt istasyonunun olduğu alanda gördüğüm balıklar insanların akvaryuma koymask istediği, sadece tropiklerde dalış yapınca görülen cinsten. Hepsi renk renk desen desen. Kimi çizgili, kimi puantiyeli.

Simon eğer marina evrak işi çıkartırsa ve vakit kaybedersek diye korkuyordu. Ofise gittiğinde pek bir şey sormamışlar. Lüks marinaların avantajı bu. Fazlasıyla zengin insanlarla uğraştıkları için çok soru sormadan işleri hallediyorlar. Karşılığında ise yüksek ücret ödüyorsun. Gecelik 140$ bağlanma ücreti Meksika için fazlasıyla yüksek. Marinanın sadece duşundan faydalandığımızı düşünürsek, hayatımın en pahalı duşunu almış oldum.

Marinadan ayrılır ayrılmaz okyanusun maviliklerinde önce balinalar selamlıyor bizi, sonra da vatozlar. Sudan çıkıp, uçmak istercesine kanat çırpıyorlar. Suyun bu denli üstüne çıkabildiklerini bilmiyordum. Ben dümende etrafıma bakındığım için 1-2 saniye süren bu gösteriyi izleme şansı elde ettim. Diğerleri ise yelkenle uğraştıkları için sadece benim hayret çığlıklarımı duyabildiler.

Acopulco’da hava durumunu kontrol ettiğimizde fark ettik ki, fırtınadan iki gün uzaklıktayız. Yaşlı Anne Marie, 40 knot rüzgarın ve 10 metreyi bulan dalgaların ortasında kalacak. Birinden biri olsa neyse derdik ama ikisi birden çok zor gelecek Anne Marie’nin 105 yaşındaki yaşlı bedenine. O yüzden olabildiğince fırtınanın etrafından dolaşmaya karar verdik ve hazırlıklara başladık. Tüm kuru eşyalar plastik torbalara girdi ve uyku tulumlarımızı korumak için yatağın iki yanından sızan suları sintineye aktaracak şekilde plastik çöp torbaları çekildi. En zoru da, ana yelkenin ucundaki ek direk söküldü ve güverteye indirildi. Sıcak altında yanarken, fırtına hazırlıkları yapınca acaba kamera şakası mı diye sorguluyor insan.

Havanın sıcaklığı nedeniyle çamaşır yıkama vakti diyoruz. Giriyor çamaşırlar kovaya, akıyor tüm kirler okyanusa. Çamaşır yıkanacağını görünce hızlıca dümeni Rupert’a bırakıyorum, kamera kaydı için ve sağlam bir fırça yiyorum Emre’den. Dümen devretme prosedürüne uymadığım ve yaratabileceği tehlikeler konusunda. Susuyorum. Haklısın diyorum. Ama hiç öyle bir prosedür hatırlamıyorum. Güya uzun uzun anlatmışlarmış.. Ben neden hatırlamıyorum. Haklı olduğu için pek bir şey de diyemiyorum. Yutuyorum ağzıma gelenleri. Yüzüm düşüyor.

Seyir defteri Acapulco saatine göre doldurulduğu için saatleri 2 saat ileri alıyoruz.

 

Yelkenli Seyir 12. Gün

Acapulco’ya girmeden önce düşüp kolunu boydan boya yaran Rupert bugün de ayağına sıcak su döküp kendini haşlamayı başardı. İstisnasız her gün kendini yaralamayı başaran bu adama yılın şaşkını ödülünü törenle sunuyorum.

Seyir defterini dolduran Emre’nin barometreye bir kere vurup yön değiştiren okun verdiği yeni değeri yazdığını fark ediyorum. Her şey gibi barometre de antika. Meğer uzun zamandır yanlış veri ile doldurmuşum defteri. Niye kimse benimle paylaşmıyor böyle ince detayları.

Balık olta ucunu balık yağına batırıp denize salma fikri ile ilk kez balık yakalıyoruz bugün. Birbiri ardına 3 tuna. Üçüncüyü ben çekiyorum denizden. Çırpına çırpına geliyor suyun üstünde. Alınca balığı güverteye ağzına zarar vermeden usulca çıkarmaya çalışıyorum kancayı, sanki acı çekmesine sebep olan ben değilmişim gibi. Kovaya bırakıp görmezlikten geliyorum. Unutmak kolay ne de olsa.

Oz kafasını kesip iç organlarını çıkartmam gerektiğini söylüyor. İşten kaçmamak için yapmaya girişiyorum söylenenleri. Çırpınmıyor artık tuna ama canlı hala. Ya yorulmuş ya pes etmiş. Bakıyor koca gözleriyle bana. İçim acıya acıya ayırıyorum kafasını vücudundan. Her yer kan doluyor. Benim vahşetimin eseri. Ben Tuğçe Makarnacı, defalarca izledim hayvan öldürülüşünü her birinde kötü oldum ama tabağa konan şeyi yedim yıllarca. Bir süre olmuştu et ve tavuk yemeyi bırakmam. Balıkla bir bağım olmadığı için yemesi kolaydı. Artık değil. O canı aldıktan sonra balık yemek hiç kolay olmayacak. Kendim öldüremeyeceğim hayvanı yemem, benim için de kimsenin öldürmesini istemem. Böyle kötü bir hissiyatı sırf ben yaşamak istemiyorum diye başkasına da yaşatamam. Sanırım pesketeryanlık buraya kadarmış.

Bu akşam fırtınaya gireceğimiz için ana yelkeni indirip yerine fırtına yelkenini açtık. Dayanıklı bir kumaştan yapılan bu yelken, rüzgar sörfü yelkeninden az daha büyük.

Oz’la geceler ya tamamen sessiz ya da şen şakrak geçiyor. Reankarne olup yeniden dünyaya gelsen ne olursun soruma inek yanıtı veren bu adamla hangi konuyu ciddi ciddi tartışabilirim ki. Laf arasında yaşadığı hayattan çok memnun olduğunu ama atlayışlarla ilgili olarak çok fazla konuşmak istemediğini çünkü geçmişte yaşayan bir adam olmaktansa, anın tadını çıkaran bir adam olmayı tercih ettiğini söyledi. Seviyorum bu herifin hayata karşı duruşunu, bakışını. Bazen dalıp gittiğinde düşüncelere, iletişim kurmak zor oluyor bu akşamki gibi.

Yine seyir fenerleri kapalı ilerliyoruz ama artık sahile oldukça yakınız, fazlasıyla balıkçı var. Her bir gösterdiğim ışık için yok o balıkçı, yok o uzakta, yok bu bizimle aynı yöne gidiyor dediğinden fazlasıyla gerginim. Bir de motor sesinde değişiklik olduğunda yine bir şey yok diyince iyice gerildim. Eeee tamam da neden ses değişti? Yaklaşık yarım saat sonra dalıp gittiği diyarlardan çıkageldiğinde teknik açıklama da beraberinde geldi. Dalgaların büyümesi ve denizdeki değişikliklerden dolayı motorun suyla teması farklılaşmış. O yüzden seste değişiklik normalmiş. Hah işte bana en baştan böyle açıklamalarla gelin. Zaten fırtına gidiyoruz.

 

Seyir 13.Gün (04.03.2017)

Fırtınadan dolayı açıkta dalgalar büyüdüğü için elimizden geldiğince kıyıdan dolaşmaya çalışıyoruz. Rüzgardan kaçışımız yok bari dalga ile mücadele etmeyelim. Sabahtan dümene geçmeye cesaret edemedim, o yüzden çok yoruldu ama öğleden sonra yaparım ben bu işi diyerek geçiyorum dümene. Hava sıcak, rüzgar 30 knot. Altımda şort, üstümde yağmurluk. Poseidon dalgaları yolladığında artık bizimle şakalaşmıyor. Her bir dalga başımdan aşağı dökülüyor, yağmurluk fayda etmiyor. Olsun hava sıcak, su sıcak ya keyfim yerinde. Üşümediğim sürece problem yok. Vardiyanın ortasına doğru açıklara gidiyoruz, dalgalar büyüyor. Rotayı belirlemek skipperın yani Simon’ın işi ama Oz’da vardiya lideri olduğu için değişiklik yapma hakkına sahip. Adrenalin bağımlısı bu adam mı sürüklüyor bizi açığa yoksa rota gerçekten mi öyleydi emin değilim. Simon yukarı gelir gelmez rotayı kıyıya çeviriyor. Fırtınadan en az etkileneceğimiz yere.

Fırtına yüzünden su girebilecek en ufak bir delik bile galiba, haliyle hava da giremiyor. Motor çalışıyor. Alt taraf cehennem sıcağı yaşıyor. Güvertedekiler serin, ıslak ama mutlu. Adeta bir cennet cehennem tasfiri gibi. Yukarıda melekler, yerin altında cehennem azabı çeken günahkarlar, sıcak o kadar yoğun ki nefes alabilmek için kafalar dışarı çıkmak zorunda.

Fırtınadan çıktıktan sonra dave basılmak isteniyor. Rüzgar nispeten hafifledi ama hala fazlasıyla kuvvetli. Emre ve ben vincin etrafına dolayıp asılıyoruz halata. Vinç geri kaçırıyor, kayıp gidiyor elimizden halat. Son anda bir darbe indiriyor Emre’nin eline. Galiba o an kırıldı parmağı. Cengaverler atıyorlar beni bir kenara, biz yaparız diyorlar. Ortalık curcuna herkes halatı yakalamaya çalışıyor. Oz yakalıyor sonunda ancak kendi vücudunun etrafına sarıp yerde yatarak tutabiliyor.Yeniden sarılıyor halat vince, vinç yine taşımıyor yükü, Emre’nin parmakları sıkışıyor vinçle halat arasına. Acıyla çığlık atıyor, o çığlık attıkça benim içim acıyor. İzliyorum sadece uzaktan. Buz getireyim diye düşünüyorum, buzdolabı yok ki teknede. Bakıyorum öylece. Gitmek istiyorum yanına ama gidemiyorum. Canı acırken yaralı vahşi bir kurt gibi kimseyi yanına yaklaştırmadığını, yaklaşanı da pişman ettiğini öğreneli çok oldu. Parmakları kırıldı mı, incindi mi, kaçı sıkıştı bilemiyorum o an.

Sesleniyor aşağıdan, yardım eder misin diye. Parmaklara yapılacak bir şey yok. Kırık değil gibi ama eminde değiliz. Eklemlerde sıkıntı yok. Yaralarını temizliyorum, halatın parçaladığı koluna bandaj sarıp, ağrı kesici veriyorum. Normalde hiç ilaç almazken, ağrı kesiciyi kabul ettiğine göre canı çok yanıyor olmalı.

En yakın hastane 2 gün mesafede. Parmakları kopmadığı için şanslıyız.

 

Seyir 14. Gün

Havaya bakınca dünkü fırtınadan eser göremiyor insan. Güneş yakıyor cildimi. Güneş kremi sürmeyi akıl edemiyorum bir önceki günden ötürü. Oturunca dümende 3 saat, omuzlarım yanıyor. Kötü değil neyse ki.

Söktüğümüz ek direk yeniden yerine takılacak. Hiç hoşlanmıyorum şu işten. 2.5 – 3 saat civarı sürüyor. Emre’nin parmakları kötü ama hala bir şeyler yapmaya çalışıyor. Atışıyoruz bu yüzden. İş yapmadan duramayanlardan. O yüzden şu güzel havada dümen tutturmak en iyisi. Bir şey yapacaksa illa bari dümen tutsun. Halat çekmesinden iyidir. Ara ara elini sağa sola çarpıyor hafifçe, acıdan kıvranıyor ardından.

Dün parmakları kırılınca yanına gitmeyip, öyle uzaktan izleyişime bozulmuş. Anlatıyorum neden gitmediğimi, o an anlatıyor ben gitmeyince neler hissettiğini… Parmaklarını kontrol ediyorum tek tek. İki parmak sıkıntılı. Ellerini kapatamıyor.

Şimdiye kadar okuduklarınız seyir öncesi hazırlıklardı. Yelkenli seyirde başımdan geçenlerin genel özetine ve seyir günlüklerinin birinci ve ikinci bölümüne aşağıdaki linklerden erişebilirsiniz. 

Yelkenli Seyir – Meksika’dan Panama’ya

Yelkenli Seyir Günlükler – Kısım 1

Yelkenli Seyir Günlükler – Kısım 2

 

5 YORUMLAR

  1. Tuğçe hanım Merhaba, yaşanılanlar 5 yıl kadar olmuş. Devamınıda en azından bir özetle bitirebilseydiniz keşke. Tek nefeste okudum günlüklerinizi. Umarım birgün hikayenin geri kalan kısmını aklınızda kaldığı kadarıyla anlatırsınız. Ve banada denk gelir tabiki 🙂

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.