Meltem Yaşar, bir gün karar alıp hayatını değiştiriyor. Klasik işten ayrılıp seyahate çıkan beyaz yakalı hikayesinden daha farklı bir yol alıp, insanların bugün bile gitmeye cesaret edemediği Afrika’ya yerleşiyor. Uganda’da goril trekkingi düzenliyor. Kaçımız goril görmüşken, belki de hayatımız boyunca hiç görmeyecekken, bu kadın goril trekkingi yaptırıyor. Hangi ağacın hangi aslan grubunu sakladığını, sırtlanların akşam üstü nerede buluşup yuvalarına döndüğünü biliyor. Daldan dala zıplayan maymunları seslerini taklit ederek yanına çağırıp beyaz kaşlı guguk kuşu“white browed coucal” ile karşılıklı atışabiliyor. Hangi gorilin suratsız, hangisinin hınzır ve şakacı olduğunu bilen Meltem ile Afrika, safari, seyahatler ve kadınlık üzerine seyahat ettik.
Merhaba Meltem,
Tanımayanlar için bize kendinden biraz bahseder misin?
Adana doğumluyum. Adana Anadolu Lisesi’nden sonra ODTÜ İİBF Kamu Yönetimi bölümünde okudum. British Council’den burslu olarak Galler Üniversitesi’nde Bankacılık, Muhasebe ve Ekonomi masterı yaptım. Türkiye’de Pamukbank, Boyner Holding, HSBC ve Turkcell’de çalıştım. Ticari Bankalarda Fon Maliyeti Hesaplama Yöntemleri adında çok heyecanlı(!) bir kitap yazdım.
Ama çocukluktan itibaren başka bir coğrafyada, başka bir kıtada yaşamanın hayalini kurdum hep. O coğrafyada fil olmalıydı, goril olmalıydı, kediler olmalıydı ama devasa kediler! Çita, leopar, aslan falan yani… Şempanze olsundu bir de… Yani Afrika!
Bu merak TRT’deki ilk çizgi filmle, Tarzan’la başladı. Yağmur ormanları, devasa ağaçlar, hayatımda görmediğim hayvanlar… Tarzan’ın maceralarını ekrana yapışıp izler, bir gün onun gibi ormanlarda yaşama hayalleri kurardım. İlk safarimi 1999’da efsane doğal park, Animal Planet ve Nat Geo kanallarının varlık sebebi, Serengeti’ye Tanzanya’ya yaptım. Afrika’nın muhteşemliği karşısında hiç bir film, belgesel veya fotoğrafın adil bir sunum olmadığını gözlerimle görünce, olanlar oldu. Tayvan, Tayland, Singapur, Endonezya, Nepal, Hindistan gibi Asya ülkelerini 1995-96 yıllarında gezmiştim. Sonra Mısır, Fas ve Tunus’a, o aralar bir çöl merakı sardı, gitmiştim. Avrupa beni hiç heyecanlandırmıyordu ama İspanya, Macaristan, Avusturya, İtalya, İngiltere vs de gördüm, çok da eğlendim ama devamını 70 yaşından sonra görmeye karar vermiştim. Ama 1999’da Sahra Altı Afrika’ya, çocukluk hayallerime kavuştuğum an aklım başımdan gitti…
Tanzanya’dan İstanbul’a dönerken aklımın ve kalbimin bir kısmını orada bıraktım. 6 yıl sonra hayatını gorillere adamış primatolog Dian Fossey’nin hayatını anlatan “Sisteki Goriller” filminden çok etkilenip 2005’te Uganda’ya gittim.
Goril trekking ve safari yapmak için gittiğim Uganda`ya safari işine girmek üzere yerleştim. Fotoğraf çekip Afrika deneyimleri hakkında yazdım, öte yandan World Food Program, Unicef, UN’e bağlı uluslararası kurum ve firmalara finans konusunda danışmanlık hizmeti verdim. Uganda ve İstanbul`da fotoğraf sergileri açtım. Afrika’da yerleşik ilk ve tek Türk kadın safari rehberi oldum.
Tabii ki bunları yaparken bir sürü aklımın ucundan dahi geçmeyen zorluklarla karşılaştım, yönümün değişmesi gereken zamanlar oldu, ama asla vazgeçmedim ve geri dönmeyi düşünmedim. Yanlış olduğunu bildiğim şeyler de yapmışımdır, insanım çünkü, ama güzel yanlışlar yapmışım ki 11 yıldan fazla Uganda’da yaşadım.
Bu süre zarfında Afrika’daki diğer ülkelerde (Kenya, Tanzanya, Namibya, Zambiya, Botsvana, Etiyopya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Ruanda, Mali) ve çoğunlukla Uganda’da sayısını anımsayamayacağım kadar çok safari yaptım ve bir sürü Türk ve diğer milliyetlerden insana safari yaptırdım. Ayrıca 29 çocuklu bir yetimhaneye gelir sağlamak ve şartlarını düzeltmek için 8 yıl uğraştım. Çocuklarımın bazıları üniversite bitirip iş sahibi oldular.
2016’da Uganda ve diğer ülkelerdeki anılarımı ve başıma gelenleri anlattığım kitabımı çıkarmak üzere Türkiye’ye döndüm. İlk kitabım “Pigmelerle Dans” Temmuz 2017’de çıktı. Bir yıl sonra Nisan 2018’de ise Afrika’nın uzak ve zorlu bölgelerinde çektiğim insan fotoğrafları ve başından geçen ilginç hikayeleri paylaştığım “coffe table book” Karanlık Kıtadan Aydınlık Yüzler kitabım basıldı.
Peki şu an nerede yaşıyorsun? Neler yapıyorsun?
2017’de Olimpos’ta her tuğlasını, her taşını ellediğim, taşıdığım, kırdığım bir ev yaptırdım. Hem kitaplar, hem de dağ başında ev yaptırmak zor olduğu ve zaman aldığı için safarilerime bir süre ara verdim. Ama yine de hem Tanzanya’ya, hem de Uganda’ya safariler düzenledim. Şimdi ev bitti, kitaplar çıktı, artık tekrar safarilere başlayacağım. “Pigmelerle Dans” kitabımda “safari nasıl bir deneyimdir”i detaylı anlatıyorum ve gelen geridönüşlerden biliyorum ki benim Afrika’mı benim dilimden dinleyip pek çok kişi sanal bir safariye çıktı. Benim rehberliğimde kendi gözleriyle görmek isteyenlere safariler düzenlemeye devam edeceğim.
Afrikasız yapamam artık, şu anki Meltem’in Meltem olduğu yer Uganda, kendimi en mutlu hissettiğim anlar safarilerdir. Hamurumun yoğrulduğu yer Adana ve ODTÜ ise, fırına atıldığım yer (çünkü henüz pişmedim) yer Afrika’dır.
Goril trekkingi nedir, biraz anlatabilir misin?
Goriller dünyadaki mevcut maymun cinsinin en irisi, bilim adamlarının olduğu kadar turistlerin de en çok ilgisini çeken tür. Sonra da meşhur primatolog Dian Fossey’in hayatının anlatıldığı “Sisteki Goriller” filminde sevgim kara sevdaya döndü! O yüzden gümüş sırtlı dağ gorili bulunan her ülkeye gittim. Gerçi gorilleri bulunduğu alan çok sınırlı ama üç ülkeyi kapsıyor: Sekiz volkandan oluşan, Kongo, Ruanda ve Uganda’nın sınırında bulunan Virunga Volkanları, dünyanın en nadir goril cinsi olan gümüş sırtlı dağ gorillerinin en son ve tek sığınağı. Şu an dağ gorillerinin son nüfus sayımı henüz bitmedi ama 1,000’I geçtiği kesinleşti.
Goril, çok sakin, utangaç ve gerçekten saygılı bir hayvan. Vücut dillerini öğrenmeliyiz ki yanlış bir şey yapmayalım. Neticede 200 kiloya ulaşan ağırlıkları, koşma ve tırmanmadaki üstünlükleri ve muazzam kuvvetleri ile derdimizi anlatana kadar çok geç olabilir! Bu yüzden goril trekkingin kuralları var: Alçak sesle konuşmak, gorillerle bir aradayken mümkünse ses çıkarmamak, vücut dilini en aza indirmek, el kol hareketleri yapmamak, gözlerine dik dik bakmamak, özellikle aile reisi olan Gümüş Sırtlı Dağ Gorili’ne hürmette kusur etmemek…
Ha bir de eğer nezle, grip gibi hastalıklarınız varsa, gorilleri görmenize izin verilmeyebilir. Çünkü gorillerin bu hastalıklara karşı dirençleri yok. Onlara vız gelen hastalıklar bizi öldürebilir, bizim her yıl yakalanabildiğimiz nezle gibi bir hastalık da onları… O yüzden gorillere 7 metreden fazla yaklaşmak ve dokunmaya çalışmak da yasak!
Trekking sabahı labirent gibi güneş geçirmez yağmur ormanlarında yanınızda korucular ve güvenlik görevlileri ile yola çıkılır. Gorilleri bulana kadar da yürüyüş devam eder. Goriller her gece farklı bir yere çalı çırpıdan yuva yapar. Otobur oldukları için yiyecek bularak yola devam ettiklerinden devamlı hareket halindedirler. Ama genelde günde 1-2 kilometre yol aldıklarından bir gün önce neredelerse ona göre bir grup korucu güneş doğar doğmaz ormana dalıp siz yola çıkmadan yerlerini tesbit eder.
Tabii bu, aksilikler olmayacak anlamına gelmiyor! Ya da basit bir yürüyüş olduğu anlamına! Bazen goriller Uganda’dan Kongo’ya gitmiş olabilir. O zaman dağlardan Kongo’ya girip çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Ya da iki goril grubu karşılaşmış ve biraz atışmış olabilir, o zaman da tahmin edilenden daha geri veya ileri gitmiş olabilirler. %99 sıradışı bir olay olmaz ve doğal park görevlileri %99.9999 size gorilleri bulup gösterirler. Çünkü hepsi hayallerini kurduğunuz ve bu dünyanın en muazzam deneyimlerinden olan gorillerle göz göze gelme anını size yaşatmak için ellerinden gelenin fazlasını yaparlar, işleri budur.
Gorillerle bir araya geldiğinizde onlarla sadece 1 saat vakit geçirebilirsiniz. Çünkü gorillerin insana alışmasını istemezler ve normal hayatlarına devam etmeleri gerektir. Bazı çok meraklı bebekler veya dişiler insan gördüğü zaman işini gücünü bırakıp sizi izlemeye ve hatta size yaklaşmaya başlayacağından aile reisi gümüş sırtlı erkek goril sinirlenebilir, itiş kakış olabilir. Yani ziyaretin kısası makbuldur!
Uzun lafın kısası Goril trekking meşakkatli, unutulmaz, muazzam ve pahalı bir deneyimdir. Bu arada gorillerin DNA yapısı insanla %98 örtüşür. Yani bir gorili görmek, geçmişimizin gözlerinin içine bakmaktır aslında.
Afrika’ya yerleşmeye gidişin nasıl oldu? Nasıl karar aldın?
Beraber safari yaptığım rehberin ve Uganda’da tanıştığım bir Avrupalının ortak safari şirketi kurmayı teklif etmesiyle hayatım bir daha hiç eskiye dönemeyecek şekilde değişti. Önce şaka yapıyorlar sandım. Sonra ciddi olduklarını anlayınca aylarca uykumun kaçmadığı tek bir gece bile olmadı…
9 ay düşündükten sonra tası tarağı toplayıp elimde sadece iki valizle, 2005’te “Seni yeneceğim Uganda!” diyerek yola çıktım. Ne kadar şanslıyım ki hiç kimse karşıma geçip de “Sen delirdin mi? Güzel işini, düzenini elinin tersiyle itip nereye gidiyorsun?” demedi. Hayallerimle dalga geçmeye ya kimse cesaret edemedi ya da muhtemelen “Gitsin de aklı başına gelsin. Hevesi geçsin, geri gelir zaten’,” diye düşündüler.
Uganda nasıl bir ülke?
Cennet gibi güzel ve yemyeşil bir ülke. Nİl Nehri burada doğuyor, Viktorya Gölü yanımızda. Tropik kuşakta ama yüksek olduğu için tüm yıl sıcaklık gece 16-18 derece, gündüz 26-28 derece arası. Bitmeyen bahar yapmışlar yani! Gece üşümez, gündüz terlemezsiniz! Ülke sera gibi olduğu için tüm yıl ürün alınır, taze meyvesi, sebzesi eksik olmaz. İnekleri, keçileri gerçek otlaklarda dolaşıp gerçek ot yer! Yumurtalar gerçek ☺ Avakadolar süt gibi, kafam kadar! Mango mevsiminde dikkatli yürümelisiniz, kafanıza mango düşebilir!
Ekvatorun tam üzerinde olduğu için gece gündüz tüm yıl birbirine eşit: 12’şer saat! O yüzden saate bakmadan zamanı tahmin etmek çok kolay!
İnsanları? 33 kabile (dolayısıyla 33 dil!), 5 krallık ve birbirinden güleryüzlü 40 milyon insan! Ben 2005’te Uganda’ya yerleştiğimde 21 milyondu. 2018 tahmini 40 milyon! Yaş ortalaması 15… Yani ülke reşit değil! Hayat beklentisi kısa olduğu için yaşlı insan yok…
Hep diktatörlükle yönetilmiş. Meşhur insan yiyen İdi Amin Ugandalı. Ama Ugandalılar hayatta gördüğüm en kibar insanlar. Selam verip hal hatır sormaktan sokakta hızlı yürümek mümkün değil.
Uganda’ya yerleştikten sonra hayatta nasıl farklılıklar gördün?
Oooooo! Bunu anlatmak için roman yazılır! Ben de biliyorsun yazdım zaten ☺
Alt üst oldum!
Doğası, hayvanı, insanı, meyvesi, sebzesi, iklimi çok farklı, bunlar beklenen farklılıklar. Ama günlük hayat, kültürel farklılıklar çok fazla.
Doğada, lüksün olmadığı yerlerde ya bedbaht olursunuz ya da yüzyıllar önce insanlar ne yapıyorsa onu yaparsınız. Ben ikinciyi seçtim. Bir de Uganda’ya gittiğimde kimsenin umurunda değildi ODTÜ mezunu veya İngiltere’de master yapmış olmam. Eski işverenlerimi, Pamukbank’ı, Boyner Holding’i, HSBC’yi veya Turkcell’i kimse bilmiyordu. Ne de İstanbul’da nerede oturduğumu. Bunların hepsi birer etikettir ya, ben tüm etiketlerimden soyunup etim, kemiğim ve ruhumla insanların karşısına çıktım. Bu, insanı çok özgürleştiren ve değişimi kolaylaştıran bir his: Sıfırdan başlamak! Kibirlensem de kimse bilmeyecek ki neyin havasını attığımı! Her hareketimde kim olduğumun artık önemli olmadığını bilerek “hiç”ten başladım.
Farklılıklara gelince…
Her şeyden önce Uganda’da hayat çok yavaş… Alışmam çok zaman aldı, ilk 8 ay İstanbul’da olduğu gibi geceli gündüzlü çalıştım. Sonra baktım ki herkesin günü 24 saat ama benim zamanım kalmıyor, “Bu işte bir yanlışlık var,” dedim. İş için görüşmem gereken bir Ugandalı bir gün kolumdaki havalı saate bakıp ‘Saatin çok güzelmiş, ama beyazların saati, Afrikalıların vakti var,” dedi. Bunu duyunca “Avrupa düzenimi Afrika`ya taşıyacaksam ne diye geldim ben buralara?” dedim kendi kendime…
Bir de halk daha önce hiç bir yerde görmediğim kadar nazik ve güleryüzlü, çok yardımseverdir ama çok yavaş oldukları için söz verdikleri hiç bir şeyi zamanında yapamazlar. Bir de Ugandalılar sadece bugünü yaşarlar, çünkü yarına ne olacağı belli olmaz ve ertesi güne verdikleri sözü tutacaklarının hiç bir garantisi yoktur. Yarın demek ileride belirsiz bir zaman demektir.
Farklılıklardan sağlık konusu en önemlisi, bilmediğim bir sürü hastalık vardı. Doğru düzgün kanalizasyon altyapısı olmadığı için kolera, tifo, şistozomiyaz gibi pis suya bağlı hastalıklar çok fazla. Sıtma önemli bir sorun. Bilmediğim bir sürü parazit var…
“Afrika’da bu kadar yıl yaşamak sana ne kattı,”diye sorarsan bir şey katmadı. Fazlalıkları aldı, törpüledi ki esas gerekli olanlara yer açılsın. Afrika’da lisansımı “güleryüzlülük” konusunda yaptıysam, lisans üstü ve hatta doktoramı “”sabır” üstüne yaptım. En çok sabır ve bekleme konusunda terbiye oldum. Yoksa orada var olamazdım. Bir de hayatta ne kadar çok boş işlere kafa yorduğumu farkettim. İsmini verdiğim, kucağıma alıp sevdiğim, oynadığım kaç çocuğun ölüverişine şahit oldum. Ne hastalıkların pençesinde kıvranan insanlar gördüm. Ve trajedi dolu hayatlarına rağmen gülümsemekten asla vazgeçmeyen insanlar tanıdım. Hayatta sağlıktan başka tüm problemlerin, hatta pek çok hastalığın bile insan beyninin eseri olduğunu öğrendim. Ve yargılamadan herkesi, her rengi kucaklamayı.
Benim “fabrika ayarlarım” Afrika’ya göre artık, geri dönüşü yok. Ağaç kabuğundan kaşık yaparım, çalı dalından diş fırçası. Bir sabun dünyanın neresinde olursam olayım -alışkanlık- hep çantamdadır. Ama kolonyalı mendil asla kullanmam. Lüks o, israf. Duşu, tuvaleti olmayan yerler problem değil. Hangi çalı yaprağı tuvalet kağıdı yerine geçer, hangisi sabun gibi köpürür, bilirim. Her yerde karnımı doyururum, yeter ki üşümeyeyim, her yerde mutlu olurum. Bir kabile köyünde herkesin yaptığı gibi orta yerde, açıkta çırılçıplak duş da alırım, çekirge de yerim. Çırıl çıplak otostopçu da alırım, Kalaşnikofu boynunda asılı olanı da.
Peki Uganda’da senin gibi tek başına yerleşmeye ya da yaşamaya gelen başka kadınlar var mıydı?
Türk kadın yoktu. Yani oldu da onlar kocalarıyla beraber veya kocalarının işi dolayısıyla sonradan gelmeye başladılar. Benim gibi iki valiz toplayıp kimseyi tanımadan “Hello Africa! Tell me how you doing” yani “Seni yeneceğim lan Afrika!” diyeni görmedim.
Başka ülkelerden gelen kadınlar ise ya bir konsolosluk veya bir kurumda görev yapmak üzere ya da bir hayır kurumunda gönüllü olarak gelirler. Konsoslosluk veya uluslaarası kurumlartda çalışmaya gelenler muazzam maaşlar alırlar, çünkü Uganda veya genelde Sahra Altı Afrika pek tercih edilen yerler değil. O yüzden böyle yerlerde çalışmayı kabul edenler çok sağlam maaş alıp saray gibi evlerde otururlar!
Gönüllü olarak gelen gençlere bayılmışımdır hep. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık, yetimhanelerde veya okullarda hiç bir yemeğe veya yatağa burun kıvırmadan her şartta yaşayabilen gençlerdir bunlar. Yaşadıkları ülkedeki rahat yataklarını ve sevdiklerini bırakıp ne yiyeceklerini, nerede yatıp nerede tuvalete gideceklerini bilmeden gelirler. Ve geride sadece güzel anılar bırakıp söylenmeden, kapris yapmadan görevlerini yapıp giderler.
Uganda’ya yerleşmekle kalmayıp Afrika’da pek çok kişinin üstüne para verilse gitmeyeceği yerlere gittin. Nereden aklına geliyor böyle şeyler?
Hep farklı olana merak… Genelde farklı olandan korkar, çekinir, “garip” olanı dışlarız ya… Ben değişik olanı merak ederim hep. Ama esas önemli olan etken şuydu: Daha önce gittiğim yerlerde yakalayamadığım bir bağı Afrika’da buldum… Hayatın saf ve henüz karmaşıklaşmamış hali yani… Bir de hem merak eden, hem merak edilen oldum. Çünkü ben onları, onlar beni merak ediyor, karşılıklı eğleniyoruz, kurcalıyoruz, soruyoruz, yemek yiyoruz, içiyoruz! Daha güzel ne var?
Ha bir de Afrika’da tek kadın veya erkek olarak dolaşmak bence o kadar kolay ki! Hatta pek çok ülkeden ve kıtadan daha kolay. Yatacak yer, yiyecek yemek konusunda da kalender iseniz, hiç sıkıntı çekmezsiniz. Çünkü Afrika’da kaybolamazsınız. Beyaz olduğunuz için nereye gitseniz, dikkat çekeceğiniz için kimse kolay kolay sizi taciz etmeye, hırsızlık veya gasp etmeye cesaret edemez. Bir görgü tanığı çıkar bir yerlerden “Beyaz bir kadın vardı, şuradan geçti, yanında da şu şu vardı,” diye. Bir köye girdiğinizden tüm köyün haberi olur, sağ salim çıkana kadar da herkesin gözü üzerinizde olur. Sizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yaparlar hem de. Ya da iki laf etmek için herkes başınıza toplanır. Kafanızı da dinleyemezsiniz ama o kadar tatlı bir merakları vardır ki sabredersiniz…
Afrika’dan korkanlar ya da sizi Afrika’ya gitmekten vazgeçirmeye çalışan kişilerin ortak özellikleri nedir biliyor musun? Henüz kendilerinin gitmemiş olması! Çünkü giden hijyen meraklıları hariç öyle ileri geri konuşmaz bu güzel insanlar hakkında.
Uganda’da kadın hakları ne durumda, kadının toplumdaki rolü nasıl?
Kadın, bence Uganda’da çok güçlü: Çok çalışkan ve gayretli, çünkü başka şansı yok. Çocukların bakımını genelde anne üstleniyor. Daha doğrusu üstlenmek zorunda kalıyor. Yanlış anlaşılmasın, az gelişmiş her ülkede olduğu gibi kocasından veya erkek arkadaşından dayak yiyor ve ne yazık ki tecavüze de uğruyor ama o kadar güçlüler ki hayattan kopmaları mümkün değil! Hele de kadın başına ortalama çocuk adedi (6!) bu kadar yüksekken… Yaptıkları işler genelde ev işleri, çocuklarına bakmak, su getirmek, yemek yapmak, bahçe işleri ve diğer geleneksel işler ama kadın başına çocuk adedi 6 olduğu için bu işler kolay kolay bitmiyor ama çoğu kadın Uganda’da evin geçimini de sağlıyor.
Bu kadar çocuğu varken imkansız gibi görünebilir ama Uganda’da durum çok farklı: Kardeşler birbirine bakıyor! Zaten bebekler yürüyene kadar annelerinin sırtında bağlı yaşıyorlar. Yürümeye başladıktan kısa süre sonra diğer kardeşi doğduğu için bir anne, bir yürümeyi bilen, bir de sırtındaki çocuğa annelik yapıyor. Sırtına bağlı çocuğu yürümeye başladığında bir büyüğü artık 3-4 yaşına gelmiş oluyor. 3-4 yaş Uganda için öyle büyük bir yaş ki kardeşine bakmaya başlıyor. Anne bu arada bir çocuk daha doğurup sırtına bağlıyor. Ve bu böyle devam edip gidiyor. Zaten çocuklar yürümeye başladıktan kısa bir süre sonra sularını kendileri taşıyorlar. Su başlarında elleri sabun tutar tutmaz, kendi çamaşırlarını kendileri yıkıyorlar. Yani orada annelik de zor, çocuk olmak da. Hele büyük kardeş olmak, hem annelik hem de çocukluk demek!
Çokeşlilik var, ata geleneğiymiş. Bir erkeğin ne kadar karısı varsa o kadar erkekmiş! Karıları ne kadar kiloluysa, o kadar zenginmiş. Ne kadar çok çocuğu varsa, o kadar kudretliymiş! Yani çizgi filmde görsem bile dayanamayacağım şeyler… Gelenek dendiği zaman akan sular yavaşlar, din dendiği zaman o sular durur ya… Müslüman Ugandalı erkekler dini, Hristiyan veya animist erkekler de gelenekleri öne sürerek çokeşliliğe devam etmeye çalışıyorlar. Yeni nesil kadınların hoşuna gitmiyor bu durum, erkekler ise sefaletten dolayı birden fazla haneyi geçindiremiyor. Yoksa gelsin genç genç kadınlar!
Daha yakın zamana kadar ve hatta bazı yerlerde halen Ugandalı kadınlar bir erkekle konuşurken diz çökmek zorundaydılar. Artık bu gelenek rafa kaldırılmak üzere ama görünüşte ne olursa olsun, toplum kadınları erkeklerden aşağı görmeye alışık olsa da, sosyal hayatta, iş hayatında ve parlamentoda varlar. Hem de bangır bangır!
Eğitimin bu gelişmelerde önemi çok büyük ama sıradan Ugandalı bir erkeğin bile eğitim alsa da makul şartlarda ücreti ve sosyal hakları olan bir iş bulması mucize. Ortadireğin olmadığı bir ülkede ya aşırı zengin küçük bir zümre, ya da sefalet içinde yaşayan “survivor”lar var. Kız çocukların okumalarına engel olan faktörler sırasıyla şöyle: Sefalet, erkek çocuğun kız çocuk yerine okula gönderilmesi, kız çocuklarının adet görmesi nedeniyle kadın bağı alacak parası olmadığı içim devamsızlık, erken yaşta hamile kalmaları, kardeşlerine bakmaları vbg. Yani durum içler acısı… Fakat genelde ülkeye bakıldığında etrafta boş boş oturan erkek çok bol görülür de kadınlar hep arı gibi çalışıyorlardır. Hiç pes etmeden hem de!
Türkiye ile kıyaslamak gerekirse, Uganda’daki bir kadının hayatı ile Türkiye’deki bir kadının hayatında farklılık var mı?
Çok! Uganda’da kadın her şeye rağmen bağımsız ve güçlü! Bildiğin güçlü! Gücü yeten kadın bir erkeği evire çevire dövebilir! Hatta kuzeyde öyle kabileler var ki kadınlar 1.80-1.90 boyunda ve çok zorlu şartlarda büyümüşler. Karimojong kabilesinde bir erkek bir kadınla evlenmek isterse, onu kovalayıp yakalamalı ve pes ettirmeli. Çok romantik olmasa da bu koşmalı, güreşmeli bir evlenme teklifi… Kovalayan erkekle evlenmek istemeyen kadınların erkekleri dövdüğü olurmuş. Bir Karimojong kadının daha minyon olan bir kabileden erkekle yan yana görseniz, zaten durumu anlarsınız! Döver! Ben her zaman Karimojong kadınını tek geçerim! ☺
Şaka bir yana, erkek ve kadın arasındaki anlaşmazlıkların çözümü hala ve ne yazık ki ne kadar bilgili, görgülü, medeni ve eğitimli olunsa da dayağa, yani fiziksel güce dayandığı için böyle acayip ve ilkel bir yanıt verdim. Çünkü kadınlar ilkel zamanlarda ne konuşuluyorsa, hala aynı hakların peşinde.
Türkiye’deki kadın hakları konusunda gelişmesi gerektiği düşündüğün şeyler var mı?
İslamdan önce Arap dünyasında kız çocukları diri diri gömülürmüş. Artık gömülmüyor. Yaşasın!
1934’te Türk kadınlarına dünyadaki birçok ülkeden önce seçme ve seçilme hakkı verilmiş. Heyooo!
Tamam, bitti işte. Bu kadarı yeter de artar bile… Çünkü bunları söyleyip duruyoruz. Ama hayatın her alanında bir kadın, bir kadına yüzyıllardır nasıl davranılırsa öyle muamele görüyor. Yani “kadın, her yerde önce kadın”, önce insan değil…
Sonra kadın cinayetleri konusu… 2018’de 440 kadın öldürülmüş. Şu biten Şubat ayında, 28 çeken Şubat ayında 31 kadın öldürüldü! Öldürenler, kocaları, erkek arkadaşları veya babaları. Bu nasıl bir rezalettir? Üstelik öldürme biçimleri içinde kafasına bir kurşun sıkma “öpüp başa koyulacak” bir cinayet. Ciddi işkence ile öldürme söz konusu: Elli bıçak darbesi, yakıp öldürmeler, öldürüp yakmalar, elini kolunu kesmeler, boğup parçalara ayırmalar! Bir dakika! Ne oluyor yahu? Bu ne hayal gücüdür! Ha bir de kadına şiddet davalarının çoğu kol kırılıp yen içinde kaldığı için de dava konusu bile olmayabiliyor aslında.
Biz daha bırakın kadın haklarını içselleştirmeyi ve -hatta madem iyilikle olmuyor- yasalarla korumayı, düzgün ve cinsiyetsiz konuşmayı bile bilmiyoruz. “Kız istemek” ve “kız vermek” ifadeleri bile kız ile kadın kelimeleri arasındaki farkı bekarete bağlayan bir konuşma dilinde tehlikelidir. Çünkü artık pek çok yerde görücü usülü evlenme olmasa da “kız istemek” uygulanan bir gelenektir. Burada istenen kız, verilen de kızdır. Kadın değil. “Ne önemi var, gelenek işte” diyenler var. Önemi var! O zaman küfürler de geleneklerimizi yansıtıyor diye ana avrat bacı küffretmeye devam edelim. Küfürlerde hep kadınlar becerilsin, orada bile beceren erkek olsun! Ben Adanalıyım, pek çok küfür bizim için cümle sonunda nokta gibidir, cümle onunla biter. Hatta pek çok küfür sevgi sözcüğüdür. Ben bile cinsiyetsiz küfretmeyi öğrendiysem, herkes öğrenebilir.
Kadın erkek eşit midir?
Değildir. Tabii ki değildir! Hangi insan hangi insana eşittir ki? O yüzden insanları iki torbadan birine sokmaya çalışmak, sonra da her torbadakinin nasıl davranması gerektiğine dair zorlamak nasıl acayip bir gelenektir? Gelenektir diyorum, olması gereken durum bu olduğundan değil, gelenek öyle olduğu için öyledir. Bir de bunun din ile de çok ilgisi yoktur. Hayatta bir şey öğrendiysem, dinin gelenekleri zorlamak için kullanılan en etkili ve eski araç olduğudur ve din adamlarının bunu çok güzel kullandığıdır. Bak bilim adamı yerine, bilim insanı kullanılmaya başladı. Ama din adamı yerine din insanı kullanılmaya başlanmadı dilimizde, çünkü din kadınımız yok ki!
“Erkekler ağlamaz, sil göz yaşını” dedik, erkekler ağlamayı öğrenemedi. “Saçı uzun, aklı kısa” dedik, erkekler saçını uzatamadı. “Elinin hamuruyla erkek işine karışma,” dedik, elimizde hamur olsa da olmasa da “erkek” işlerine karışamadık. “At, avrat, silah” dedik, atı da, silahı da olmayan erkekler avrat demeye devam etti.
Demem o ki insan olarak eşit olmak mümkün değil, haklarımız eşit olmalı zaten…
Peki 2005’te Türkiye’den ayrıldın, 2016’da döndün. Ne farklar gözüne çarptı?
Eline hamur değmemiş herkes kadının ne yapması gerektiğine burnunu sokar olmuş. Ahlak, muhafazakarlık, namus gibi kavramlar kadın üzerinden nitelendirilmeye başlanmış iyiden iyiye. Kadının başörtüsü, erkeğin dürüstlüğünden ve namusluluğundan daha önemli hale gelmiş. Başörtülü kızların üniversiteye gidemediği zamanlar geride kalmış, bu genç kızlarımız için harika bir durum. Saçını istediğin kadar ve dilediğin şekilde ört zaten, beynini örtme… Yıllardır fotoğraf çekerken ve safaride veya ofiste çalışırken hep bir şekilde saçımı bandana, yazma veya kalın bir bantla topladım. Şimdi birisi gelip bana “Bunu takamazsın,” derse, ne kadar sinirlenirsem, birisi gelip bana “Artık başına türban takacaksın,” diye zorlarsa da aynı şekilde sinirlenirim. Ne münasebet? Kim gelip benim kafamda olan bir şeyi çekip alabilir veya olmayan bir şeyi zorla kafama taktırabilir? Fakat zamanında başörtüsü takmasına izin verilmeyen kişiler, şimdi başı açıkların iffetine dil uzatarak intikam alıyor. İki yanlış bir doğru yapar mı? “Göze göz” hesaplaşma Türkiye’yi kör eder ancak.
En çok da kadının başına patlayan bir kutuplaşma var ki birbirine destek çıkması gereken kadınlar bile polemiğe girmiş. O azınlık, bu milliyet, şu dinden önce, kadınlar dünyanın en kalabalık azınlığıdır. Bu, en gelişmiş ülkede bile bir yerden sonra böyledir. Yoko Ono “Kadınlar, dünyanın zencileridir” dediğinde ortalık birbirine girdi, ama ne demek istediğini gerçekten anlamak isteyen anladı. O yüzden birbirini ezmeye çalışan kadınları gördüğümde çok üzülüyorum. Demek ki erk sahibi, başarılı olmuş. İktidar insanları ne kadar tektipleştirir ve sorun yaratacak farklılıkları ne kadar azaltırsa, o kadar kolay yönetir. Ezilenleri ne kadar böler ve dikkatini dağıtırsa, o kadar sessiz tutar. Kadınları birbirine düşürerek birbirinin polisi haline getirdiği için kendisi uğraşmak zorunda kalmamış.
Bir de özellikle sosyal medyada kullanılan dil çok çirkin ve sıkıntılı bir hal almış. Cinsiyetçi, şövenist, militarist ve eril bir dil kadınlar tarafından da kullanılır olup marifet sayılmaya başlanmış. “Koyduk mu?”, “Bu da sana kapak olsun!” ve “Amk” en çok kullanılan tartışma cevapları. Ötekileştirip bastırmanın adı münazara, esas meselenin sorgulanmasını unutturan önemsiz detaylar etrafında dönmek de siyaset olmuş.
Bence esas konuşulması gereken şeyler, çevresel kirlilik (su, hava, toprak, gürültü kirliliği), küresel ısınma, nüfus artışı, ormansızlaşma, kentsel yayılım, sanayi atıklarının halı altına süpürülür gibi toprağa gömülmesi, denizlerimize atılması, geridönüşüme önem verilmemesi, genetik gıda değişikliği gibi konular. Yani insanın kendini yaşadığımız düzenin üstünde değil, içinde görmesi bilinciyle önemini anlayacağımız konular…
İçecek temiz suya erişimimiz, içimize çekecek temiz hava yokken neyin kavgasını verirsek verelim sona yaklaşmamızı durduramayacak.
“Amaaannnn! Bir daha mı geleceğiz şu dünyaya? Al o istediğin çantayı!” sloganları ile israf körüklenirken bir daha gelmeyeceğimiz dünya en büyük tüketim malzemesi olduğunu unutuyoruz.
Arthur Miller’ın dediği gibi “Eskiden insanlar hayatlarından memnun olmadıklarında devrim yaparlardı, şimdi alışveriş yapıyorlar!”.
Meltem’i takip etmek isterseniz;
Instagram : PigmelerleDans
Facebook : PigmelerleDans
Meltem’in kitaplarını incelemek isterseniz ise bu linke tıklayabilirsiniz.
Çok güzel yazılarınız